18 Mart 2014 Salı

Sosyoloji...

SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU




     Sosyoloji, 19. yüzyılda ortaya çıkmış bir bilimdir. Sosyolojinin 19. yüzyılda akademik bir disiplin olarak doğması, rastlantı değildir. Uzun zamandır süregelen değişimlere ve bu değişimlerin ardından gelen yıkımlara doğal bir tepkidir. Sosyolojinin doğuşunda üç temel olay belirleyici bir rol oynamıştır. Bunlardan biri doğa bilimlerinde ve felsefi düşüncede yaşanan gelişmeler, diğer ikisi de 1789 Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’dir. Özellikle iki devrimin sonuçları bakımından sosyolojinin doğuşuna zemin hazırladığı söylenebilir. Çünkü bu iki devrim, dönemin filozof ve bilim insanlarının görmezden gelemeyeceği kadar geniş çaplı etkilere neden olmuştur. Sosyolojinin kurucu düşünürleri, bir yandan adı geçen devrimlerin yarattığı yeni sosyal gerçekliği çözümlemeye çalışırken diğer yandan bu devrimlerin neden olduğu yıkımlara çözüm bulmaya çalışmışlardır.

İngiliz çocuk işçilerin son derece zor koşullar altında günde on iki saat çalıştırılması, Sanayi Devriminin yarattığı toplumsal sorunların en önemlilerinden birisi olmuştur.


      Birçok Aydınlanma düşünürü, insanı dışsal çevrenin ürünü, insan düşüncelerini ve deneyimlerini de büyük ölçüde dışsal ortamın zorunlu sonucu olarak tanımlamıştır. Bu düşünce aydınlanma düşüncesinin merkezinde yer alan insanın aklını kullanarak ilerleyebilme ve mükemmelleşebilme potansiyelinin olduğu ilkesiyle çelişmektedir; çünkü insan düşüncelerini dışsal ortamın zorunlu sonucu olarak görmek, insanı pasif bir konuma getirir. Başka bir deyişle, Aydınlanma düşünürleri bir yandan insan bilincinin biçimlerini ve hareket tarzlarını maddi koşulların belirlediğini ileri sürüp, diğer yandan insanlığın özgürlük, akıl ve bireysel irade sayesinde geleneksel ideolojilerin yarattığı cehalet ve baskıdan kurtulabileceğini savunarak birbirinden çok farklı unsurlar içeren ikili bir anlayış geliştirmişlerdir. Buna rağmen Aydınlanma düşüncesi aklı yüceltmiş ve empirik gerçekliklerden daha üstün tutmuş, dinsel otoritenin ve mutlakiyetçi yönetimlerin akıl dışı güçlerinin karşısına bireyciliği ve aklın ilkelerini koymuş ve toplumsal kurumların aklın ilkeleriyle uyumlu olması gerektiğini savunmuştur. Ancak bu anlayışa göre bazı kurumların akıl dışı olarak görülmesi, bu kurumların önemini minimum düzeye indirgemiş, bu da bu kurumların toplumla ilişkisinin incelenmesini ve din ve kilise gibi geçmişe ait olan bazı kurumların mevcut toplumla ilişkisinin incelenmesini olanaksızlaştırıyordu.
     18. yüzyılda Aydınlanmanın eleştirel düşüncesinden 19. yüzyılda sosyolojik pozitivizme geçilmesi, Fransız Devrimi’nden sonra gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi sonrasında Aydınlanma düşünürleri tarafından akıl dışı oldukları için toplumsal değişme açısından önemsiz görülen kurumların toplumsal değişimde oynadıkları rol fark edilmiş ve Aydınlanma düşünürlerinin bu görüşlerinin yetersizliği ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi ile birlikte siyasal ve toplumsal düzenin alt üst olması, topluma ait geleneksel değerlerin kaybedilmesi ve yeni değerlerin de toplumun sürekliliğini sağlayacağından şüphe edilmesi, toplumsal düzenin bireycilik temelinde yükselen yeni toplum tipinde sağlanamayacağı düşüncesini doğurmuştur. Bu nedenle Fransız Devrimi’nden sonra Aydınlanmanın vurguladığı bireysel hakların önemi azalmış, akılcı ilkeler, hiyerarşi, ödev ve kolektif yarar vurgulanmış, din de dahil olmak üzere bütün toplumsal kurumların bütünün parçası kabul edildiği bütüncül bir toplum anlayışı benimsenmiştir. Bu bütüncül toplum anlayışı, daha sonra Comte’un çalışmalarında da etkili olacak olan Bonald ve Maistre’nin düşüncelerinde açıkça görülebilir. Bonald ve Maistre, toplumu, içsel özü ve ruhu olan, çeşitli, indirgenemez ve ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı parçalardan oluşan organik bir bütün olarak tanımlamıştır. Bonald ve Maistre’ye göre toplum bireylerin toplamından ibaret değildir, bütün kültüre ait olan kolektif bir anlayıştır. Bonald, Maistre ve diğer bazı gelenekçi düşünürler, toplumu içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal krizden çıkarabilmeye yönelik bir çaba olarak devrim öncesi değerlere ve toplumsal yapıya geri dönülmesini istemiş, ancak Saint Simon ve Comte, toplumu krizden çıkaracak olanın geleneksel değerlere dönüş olduğunu düşünmemişlerdir.  
     Saint Simon toplumun yeni yüzyılda çalışma ve işbirliği kavramlarına dayalı bir dizi ahlaki değerle yeniden organize olacağını düşünmüş, Comte ise, toplumun içinde bulunduğu bu durumdan ancak pozitivizm aracılığıyla çıkılabileceğini savunmuştur. Topluma yeni bir bakış açısıyla bakmış olsa da Aydınlanma düşüncesi, temel olarak değerlere bağlı bir düşünce olduğu için bilimsel bir sosyolojik yaklaşım geliştirememiş ve sosyolojinin konusunu oluşturacak olan toplumu, bütün kurumlarıyla bir bütün olarak görememiştir.         Sosyolojinin bir bilim olarak gelişmesi ancak pozitivizmin sosyolojiye uygulanmasıyla, yani Comte’un sosyolojik pozitivizmi geliştirmesiyle mümkün olacaktır. Comte, doğa bilimlerini pozitivist olarak görür ve sosyolojinin de pozitif bir bilim olduğunu ve pozitivist yöntemi kullanması gerektiğini savunur. Toplum, astronomide olduğu gibi gözlem, fizik ve kimyada olduğu gibi deney ve biyolojide olduğu gibi karşılaştırma teknikleriyle, yani doğa bilimlerinin kullandığı yöntemle incelenmelidir. Pozitif bilim felsefesi, sadece gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız, olguların altında yatan yapılar veya mekanizmalar hakkında bilgi sahibi olamayacağımız varsayımına dayanır. Comte toplumsal olguları yöneten evrensel ve değişmez yasalar olduğunu ve toplumsal olguların bu yasalarla birbirilerine bağlı olduklarını savunmuştur. Comte’a göre bilimsel olanla bilimsel olmayan arasındaki ayrım sınanabilirliktir; bu nedenle doğa veya toplum hakkındaki bilimsel önermeler genel iddialarda bu- lunan ve sınanabilir ve kestirilebilir (tahmin edilebilir) nitelikte olan önermelerdir. Ayrıca bir önermenin anlamlı olabilmesi için gerçeğin en basit şekildeki ifadesine indirgenebilir olması gerekir. Olgular arasındaki yasalar sayesinde olguları hem açıklayabileceğimizi hem de tahmin edebileceğimizi düşünen Comte’a göre tahmin bilinmeyenden bilinene geçiştir; bu nedenle tahminler sadece gelecekle ilgili olmak zorunda değildir, geçmişle ya da şu anla ilgili de olabilirler. Böylece pozitivist yaklaşım teolojiden veya metafizikten sadece kontrol edilebilir ve sınanabilir olan önermeleri kabul etmesiyle  ayrılır. Sosyolojinin kendisinden önce gelişen diğer bilimlere bağlı olduğunu kabul etse de Comte hem sosyolojinin diğer bilimlere indirgenmesine hem de sosyal olanın başka düzlemlere indirgenmesine karşı çıkmış, özellikle de toplumu o toplumda yaşayan tekil insanların toplamı olarak ya da bu insanların tek tek toplumsal sözleşme ile dahil oldukları bir yapı olarak gören teorileri reddetmiştir. Comte temel gerçeklik olarak toplumun kendisini kabul etmiş, toplumsal olanı tarih, politika ve ekonomiden ayırmış, sosyolojinin bilimsel incele- me nesnesinin toplum olduğunu belirtmiştir. 
Böylece Comte ilk kez pozitivizmin sosyolojik bir versiyonunu, sosyolojik pozitivizmi geliştirmiş, toplumun incelenmesinde bilimsel yöntemin kullanılması sayesinde sosyolojiye bilim statüsü kazandırmış, böylece sosyolojiyi bir bilim olarak kurmuştur.

SOSYOLOJİNİN DOĞUŞUNA KATKIDA BULUNAN SOSYOLOGLAR



AUGUSTE COMTE (1789- 1857)

     Toplumu tıpkı Simon gibi evrimci ve pozitivist bir çerçeve ele alan Comte “sosyoloji” kavramını icat etmiş ve sosyolojide pozitivist sosyoloji olarak bilinen geleneği kuran önemli bir kişidir. Bu nedenle bazı çevrelerce Comte sosyolojinin kurucusu olarak kabul görür.


     Comte’un çalışmalarının ana ekseni yöntemsel olarak pozitivist olmasıyla birlikte içerik olarak kısmen Aydınlama çağı düşünürlerinden etkilenmiş, kısmen de Fransız Devrimi’nin toplumsal olarak çalkantılı dönemlerinde yaşamış olmasından da kaynaklı olarak eleştirel bir güzergahta ilerlemiştir. 

Sosyolojide Comte tarafından geliştirilen pozitivist yaklaşım toplumsal yaşamın doğal yaşama benzer bir nesnel gerçekliği olduğu yönünde temel bir varsayıma dayanmaktadır. En genel tanımı ile pozitivizm, sosyal ve fiziksel dünyanın gözlem ve deneyle test edilerek incelenebileceğini öne süren bir yaklaşımdır. Comte ve benzeri pozitivistlerin yazılarında “pozitif veya pozitivizm” kavramı daha çok “bilimsel” olanla eş anlamda kullanılmıştır. Bu açıdan pozitivizm doğa bilimlerinde kullanılan niceliksel bilgiye dayalı bilimsel yöntemin sosyal bilimlerde de kullanılabileceğini savunur. Yer çekimi yasası gibi fiziksel dünyada var olan birtakım yasaların yanı sıra buna benzer yasaların toplumsal dünyada da var olduğunu düşünen Comte’a göre, yalnızca gözlenebilen, ölçülebilen ve sınıflanabilen olguların bir gerçekliği vardır ve toplum hakkındaki doğru gerçekler ancak bilimsel yöntemlerle keşfedilip analiz edilebilir. Buradan yola çıkarak Comte, topluma daha iyi yön verecek olanın pozitivist yöntem ile keşfedilen yasalar olduğunu varsayar. Comte salt olarak pozitivist bir yöntemin kullanılması gerketiğinden bahsederken bir taraftan da doğal gerçeklik ile toplumsal gerçeklik arasında bazı farkların bulunduğunu kabul ediyordu. Bu sepele sosyolojik araştırmalarda kullanılacak bilimsel yöntemin yanı sıra tarihsel yöntemin de kullanılması gerektiğini düşünüyordu.

Toplumu biyolojik bir organizmaya benzeten Comte’a göre biyolojide var olan anatomi ve fizyoloji ayrımına benzer bir ayrımı da toplumun incelenmesi yönteminde kullanılabileceğini, buna göre istikrarlı ilişkileri ve sosyal yapıyı inceleyen toplumsal statik ile toplumsal değişmeyi inceleyen toplumsal dinamik adlı iki adet kavram, farklı çalışma alanı geliştirmiştir. Comte toplumsal statiği toplumsal düzeni yöneten yasalar anlamında, toplumsal dinamiği ise toplumsal değişmeyi yöneten yasalar anlamında kavramsallaştırmıştır. Böylece Comte sosyolojiyi tarihsel yöntem aracılığıyla toplumsal düzenin (statiğin) ve toplumsal değişmenin (dinamiğin) yasalarını keşfedip analiz eden bir bilim olarak tanımlamış olur. 

     Önceleri Simon gibi evrimci bir bakış açısına sahip olan Comte, yine aynı düşünürün yazılarından faydalanarak geliştirdiği kendisine özgü bir evrimsel gelişme teorisi tasarlar. Comte’un insan toplumları için önerdiği evrimsel gelişme modeline göre insan düşüncesi ve insan toplumları üç temel aşamadan geçerek ilerlerler. Bu aşamalar;



a. Teolojik aşama: Bu aşamada insan düşüncesi her şeyi doğaüstü güçlerle açıklamaya çalışır.


b. Metafizik aşama: İkinci sıradaki bu aşamada ise insan düşüncesi sosyal veya fiziksel tüm olgu ve olayları soyut güçlerle açıklamaya çalışır.

c. Pozitif aşama: Bu aşamada ise insan düşüncesi nihayet bütün olgu ve olayları bilimsel (evrensel yasalara dayalı) olarak açıklamaya çalışır. Comte’a göre bu aşamada insan düşüncesi pozitif bilim sayesinde doğaüstü ve soyut güçleri reddederek gözlemlenebilen olgular arasındaki mevcut ilişkileri açığa çıkarmaya ve bu ilişkileri evrensel yasalar içerisinde sistemleştirmeye çalışır. 

     Comte, Fransız Devrimi örneğindeki radikal nitelikteki toplumsal değişmelere de karşı idi. Ona göre insanların düşünceleri pozitif yönte gelişmedikçe radikal bir şekilde yukarıdan dayatılan değişmelerle kalıcı bir ilerleme sağlanamazdı. Aynı zamanda Comte’a göre sosyoloji pozitif aşamaya en son giren ve dolayısıyla gelişimi kendisinden önceki bütün bilimlere dayanan bilimsel gücü yüksek bir bilim olarak görüyordu.
Comte hem pozitivizmin hem doğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde insanlara büyük faydalar sağlayacağını düşünürken hem de özellikle pozitif (bilimsel) bilgi sayesinde doğal ve toplumsal süreçlerin öngörülerek kontrol edilebilmesinin ve toplumsal bir yaşamın akılcı bir şekilde örgütlenmesinin mümkün hale gelebileceğini savunuyordu. Dolayısıyla pozitivizmin nihayetinde bir din haline gelerek geleneksel dinlerin yerini alması gerektiğini de savunuyordu.
Comte’un pozitivist yaklaşımının sosyolojiye önemli bir katkısı olmuştur. Bununla birlikte tarihsel süreçle ilgili olarak öne sürdüğü evrimsel gelişme yasası gözlem, deney ve test yoluyla elde edilen bilgilerden çok tarih felsefesi niteliğinde soyut ve spekülatif bilgilere dayalı olduğu gerekçesi ile eleştirilere maruz kalmıştır.

Karl Marx (1818-1883)

          Sosyoloji tarihinde pozitivist ve evrimci bakış açısının dışında Karl Marx tarafından ortaya atılan ve tarihsel materyalizm olarak isimlendirilen teorinin önemli bir etkisi olmuştur. Marx, görüneni değil görünenin ardında yatan toplumsal dinamikleri açığa çıkarmayı amaçlayan eleştirel bilim yaklaşımına yakın bir bilim anlayışına sahiptir. Alman filozof Hegel’in bakış açısını örnek alarak onu materyalist bir öze kavuşturduğunu öne süre Marx’a ve onun tarihsel materyalist felsefesine göre insanların varlığını bilinçleri belirlemez aksine toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.
   Marx’ı katı materyalist olarak adlandırabileceğimiz mekanik materyalistlerden de ayırt eden yönleri mevcuttur. Ona göre insan yaşayabilmek için öncelikle yiyecek, giyecek ve barınacak yer ve benzeri materyal şeyler üretmek zorundadır. Marx’a göre insan da yine insan tarafından ancak toplumsal emek aracılığı ile hem kendini hem de toplumu üretebilen bir sosyal varlıktır. Bu yüzden tarihsel materyalist anlayışı yalnızca bir materyalist bakış açısı olarak değil insanı toplumsal gerçekliğin bir ürünü ve üreticisi olarak ele alan bir kavramlar bütünü olarak kabul etmemiz gerekmektedir.

          Marx’ın diyalektik materyalist yaklaşımının diyalektik olarak adlandırılan ve Hegel tarafından geliştirilen bir düşünceye dayandığı iddia edilirken Marx’ın diyalektiği Hegel gibi tarihi Hegel’in yaptığı gibi idealist açıdan değil materyalist açıdan kavramak için geliştirdiği/kullandığı söylenebilir.

Bu diyalektik materyalist kavrayışta Marx özellikle üretim üzerinde yoğunlaşmış, tarihsel süreç içerisinde toplumsal yaşamlarını üretmek akacıyla üretim sürecine katılan insanlar arasında Marx’ın üretim ilişkileri (mülkiyet ilişkileri) dediği bazı toplumsal ilişkiler gelişir.

Üretim ilişkileri üretim araçlarına sahip olmak ile olmamak, bir taraftan karşıt çıkarlara sahip olmak anlamına geliyorken bir taraftan da belirli toplumsal sınıf ilişkilerine denk düşmektedir. Bu konu Marx’ın düşüncesinin en kritik noktalarından birisini oluşturur. Başka bir ifadeyle üretim sürecine katılan sosyal gruplar arasında üretim ilişkilerinden kaynaklanan çıkar farklılıkları ve çıkar çatışmaları oluşur.

  Bu bakımdan Marx için tarihsel süreç içerisinde ilkel komünal olarak adlandırılan toplum hariç bütün toplumlar üretim araçlarına sahip olan ve olmayan iki temel sınıfa bölünmüş sınıflı toplumlardır. Bu yüzden üretim araçlarını ellerinde bulunduran, ona hakim olan sınıf Marx’a göre siyasal ve benzeri güç çeşitlerini tekelleştirerek toplumda gerçek yönetici sınıfa dönüşür ve güç sahibi olmayan diğer sınıf üzerinde egemenliğini oluşturur. Sınıf çatışmasını toplumdaki diyalektik değişmenin temeli olarak gören Marx’a göre toplumsal sınıf olarak tanımlanan bu iki sınıf arasındaki ilişkileri sömürüye dayalı ve çelişkili ilişkiler olarak tanımlar.

Marx toplum analizinde aynı zamanda alt yapı ve üst yapı şeklinde bir ayrıma da gider. Bu ayrımda alt yapı ekonomik yapıdan, üst yapı ise hukuk, siyaset, din, aile ve ideolojiden oluşur. Alt yapı ile üst yapı arasında karşılıklı etkileşime dayalı ilişkiler var olduğu gibi, ekonomik alt yapının siyasi üst yapı üzerinde belirleyiciliği söz konusudur. Egemen sınıf üst yapıyı kendi gücü ve otoritesini meşrulaştırmak ve hükmettiği sınıfı bu konuda idare edebilmek için kullanır ve siyasal, ideolojik, dinsel ve benzeri nitelikteki yapı ve düşünceleri kontrolü altında tutar. Marx bu nedenle bireylerin gerçekliğin asıl doğası hakkında yanlış bilince ve çarpıtılmış bir bilince sahip olduklarını düşünmekteydi.

     Marx’ta toplumsal değişme kendi ifadesiyle farklı üretim biçimleriyle karakterize edilen diyalektik bir süreç izler. Bu diyalektik değişme sürecine göre toplumsal tarih çelişkiler taşıyan bir süreç olması bakımından her üretim biçiminin kendi içerisinde taşıdığı çelişkiler tarafından başka bir üretim biçimine dönüştürülmesi söz konusudur. Marx’ın en önemli çalışmalarından birisi olan Kapital’de incelenen ve Marx’ın da oldukça büyük bir önem biçtiği kapitalist üretim biçimi de emek gücünün (ücretli emek şeklinde) bir meta olarak alınıp satıldığı metalaşmış ve yabancılaşmış toplumsal ilişkiler dayalıdır. Tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de üretim araçlarına sahip olan bir egemen sınıf (burjuvazi ya da kapitalist sınıf) ile üretim araçlarından yoksun bir üreten sınıf (proletarya ya da işçi sınıfı) mevcuttur. Üretim araçlarından yoksun olan proletarya emek gücünü satarak sadece hayatta kalmasına yetecek kadar bir ücret ile yaşamını sürdürmeye çalışırken bir diğer taraftan da ürettiğinin karşılığını tam alamayan işçi sınıfına karşılık olarak artık-ürün mantığı ile ürettirdikleri üzerinden kapitalist sınıfın karına kar katması durumu söz konusudur. Buradan yola çıkarak Marx giderek artan kapitalist düzenin çelişkileri ister istemez çelişkilerin artması sonucu toplumu yine farklı bir toplumsal aşama olan sosyalizme geçireceğine inanıyordu.
Marx’ın tarihi farklı üretim biçimlerinin ve üretim ilişkilerinin gelişim tarihi olarak ele alan tarihsel materyalist yaklaşımı sosyoloji biliminin gelişimize son derece önemli katkılar sağlamıştır. Ancak bazı çevrelerce Marx’ın tarihin materyalist açıdan kavranışında ekonomik faktörlere aşırı derecede önem atfetmesi ve çelişkilerle dolu son sınıflı toplum aşaması olarak nitelendirdiği kapitalizmin sonunun bir türlü gelmemesinden dolayı eleştirilere maruz kaldığı söylenebilir.



Emile Durkheim (1858-1917)



     Durkheim çalışmalarında kendisinden önce gelen sosyologlardan daha fazla sosyolojinin bir bilim dalı olarak sınırlarının ne olduğu ve onun kapsamına giren olguların hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine ağırlık vermiştir. Sosyolojinin en önemli kurucularından birisi olarak kabul edilen Durkheim işlevselci (fonksiyonalist) olarak adlandırılan bir toplum modeli benimsemiş ve bu açıdan modern sosyolojinin en önemli yaklaşımlarından yapısal işlevselciliğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

     Durkheim toplumu bir bütünü oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan oluşan biyolojik bir organizmaya benzetirken bu toplumun onu oluşturan bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız, bireylerin üzerinde (yani bireylerden daha önemli) bir gerçekliği olduğunu düşünür ve savunur. Bu toplumun bireyler üzerinde kolektif nitelikteki toplumsal olgular (gerçeklikler) aracılığıyla yaptırım gücüne sahip ve yine bireyleri üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı olduğunu vurgular ve bu nedenle toplumsal olguları sosyolojinin bir çalışma nesnesi olarak tanımlar. 
Durkheim’a göre toplumsal olgular toplumun sürekliliğinin sağlanmasında da kilit noktada durmaktadır. Bu bakımdan bir toplumun belirli bir düzeyi aşmamak şartıyla suç ve ceza dahi toplumsal olarak kabul edilebilir davranışların sınırını belirlemesi açısından işlevsel konumdadır. 
Yöntemsel açıdan Durkheim toplumsal olguların fiziksel nesneler gibi bir gerçekliği olduğunu ve bu nedenle nesneler gibi ele alınmaları gerektiğini savunur (Durkheim, 1985). Buradan yola çıkarak baktığımızda Durkheim da toplumsal yaşamın incelenmesinde doğa bilimsel yöntemlerin kullanılması gerektiğini benimseyen Comte’un yöntemine benzer bir pozitivist yöntem benimser. Buna göre Durkheim toplumsal olguları açıklarken iki farklı yöntem olan nedensel ve işlevsel olarak adlandırılan iki yöntemden bahseder. Ancak sosyolojik yöntemin kurallarında bir toplumsal olgunun nedeninin başk bir toplumsal olguda olduğu ilkesinden hareket ettiğinden toplumsal olguları araştırmada önerdiği her iki araştırma yönteminin alanı toplumdur. Buna göre;
Nedensel yöntem ile toplumsal olguların nedenlerinin yine başka toplumsal olgularda aranması gerektiği ve nedensel olarak açıklanması gerektiği ön plana çıkartılırken,
    İşlevsel yöntem ile de toplumsal olguların toplumun ihtiyaçlarının karşılanması açısından sahip oldukları işlevleri açısından araştırılması ve açıklanması gerektiğinden bahsetmektedir.
İşlevselci bir toplum modeli benimseyen Durkheim için toplumsal düzen ve dayanışma bir toplumun işlevsel öncelikli gereksinimlerinin en başında gelmektedir. Ona göre toplumda düzen ve dayanışmanın kaynağı iş bölümü ve uzmanlaşmadır. İş bölümü arttıkça bireylerin birbirine olan bağımlılığı da artmaktadır. Durkheim evrimci işlevselci bir bakış açısı sergilediği Toplumsal İşbölümü adlı çalışmasında hem toplumsal düzen ve dayanışmanın hem de toplumsal değişmenin sırasıyla mekanik ve organik adı altında iki farklı ideal tipinden söz eder. 

a. Mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı basit bir iş bölümünün olduğu geleneksel toplumlarda söz konusudur. Bu düzen ve dayanışma tipinde kolektif bilinç ve kolektif kimlik bireysel bilinç ve kimliklerden daha güçlü ve baskındır.

b. Organik dayanışma ise farklılaşmaya dayalı karmaşık bir iş bölümü ve uzmanlaşmanın olduğu modern toplumlarda söz konusudur.

     Durkheim’a göre mekanik dayanışma daha çok sanayi öncesi toplumlarda, organik dayanışma ise daha çok sanayi toplumlarında görülmektedir.
Durkheim yaptığı çalışmalarda intihar konusunu ayrı bir çalışma teması haline getirmiştir. Buna göre Durkheim intiharı bütünleşme ve düzenleme şeklinde iki bağımsız değişkenle açıklar. Bir toplumda her iki değişkenini aşırı düzeyde ya da yetersiz düzeyde bulunması intihara yol açar.
Modern toplumda kolektif bilincin bireyselleşme, farklılaşma ve heterojenleşme gibi nedenlerle zayıflaması sonucu ortaya çıkan intihar tipleri ile ilgilenen Durkheim için ahlaki uzlaşı anlamında kullandığı ve son derece önemli bir işleve sahip olan kolektif bilinç toplumsal organizmada parçaları birbirine bağlayan merkezi bir değer ve norm sisteminin temelini oluşturur. Durkheim’ın bu teml üzerinde inşa ettiği toplumsal ahlak ise dinle oldukça bağlantılıdır. Ona göre din dayanışma üreten toplumsal kaynaklardan birisi olduğu gibi, dinin kaynağı olarak da doğaüstü ya da benzeri görüşleri değil, yönteminde yer alan toplumsal olguları ancak başka toplumsal olgular belirler ilkesine dayanarak, topluluğun ve toplumun kendisi olarak görür. Buna göre dinin kaynağı toplumun kutsal olan ile olmayan arasında yaptığı ayrımdan kaynaklanmaktadır. 
Öte yandan sosyal hayatı mümkün kılan ve bireylere rehberlik eden bu kolektif nitelikteki merkezi değer sisteminin özellikle ani toplumsal değişmelere bağlı olarak daha da zayıflaması durumunda ise Durkheim adına anomi dediği tehlikeli bir olgunun gelişmesinden söz eder. 
Anomi kuralsızlık ya da toplumun temel değerlerinde belirsizlik anlamına gelen bir olgudur.
     Böyle zamanlarda toplumda özellikle suç, sapma ve intihar oranları normal düzeyin üzerine çıkarak tehlikeli boyutlara varabiliyorken toplumun geleceği konusunda iyimser olan Durkheim, bu gibi anomik durumların eğitim sürecinde üyelerine meslek ahlakı aşılayan meslek örgütleri aracılığıyla kontrol altına alınabileceklerine ve böylelikle de organik dayanışmanın oluşabileceğine inanmaktadır. Ancak Durkheim’ın toplumda meslek ahlakının sözünü ettiği organik dayanışmanın temel dayanaklarından birisi olarak görmesi aşırı iyimser bir görüş olması gerekçesiyle ve toplumsal olguların birer nesne gibi ele alınması gerektiği yönündeki görüşü hümanist olmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. 



Max Weber (1864-1920)



      Sosyolojik düşünce tarihinde Durkheim gibi sosyolojinin bağımsız bir sosyal bilim olarak gelişimine büyük katkısı olan düşünürlerden birisi olarak kabul edilen Max Weber, toplumu bireylerden bağımsız ve nesnelere benzeyen bir gerçeklik olarak ele aldığı için anti-hümanist olarak nitelenen pozitivizme oldukça eleştirel bakan Alman filozofların düşüncelerinden etkilenmiştir. Bu bakımdan Weber pozitivizmden farklı olarak sosyolojinin ve sosyolojik analizin merkezine toplumsal eylemi ve etkileşimi koyduğu gibi, pek çok açıdan pozitivizmden farklılaşan ve ona eleştirel olan bir sosyolojik yaklaşım benimsemiştir. Weber toplumu toplumsal eylemlerden meydana gelen bir oluşum olarak görür ve sosyolojinin çalışma nesnesini “toplumsal eylem” olarak tanımlar.

      Pozitivistlerin aksine sosyolojide doğa bilimlerinde kullanılan yöntem ve kavramların aynısının kullanılmasına karşı çıkan Weber’e göre düşünebilme yetisine sahip olan insan toplumsal yaşamda başkalarının düşüncelerini ve tepkilerini hesaba katarak hareket eden kültürel bir varlıktır. Kültürel varlıklar olarak biz insanlar toplumsal yaşamda genellikle başkalarına yönelik olan olarak belirli anlamlar taşıyan eylemlerde bulunuruz. İnsan eyleminin toplumsal olduğunu düşünen Weber’e göre sosyologlar toplumsal eylemi bilimsel olarak açıklamaya başlamadan önce bireyin eyleme atfettiği anlamı yorumlamak zorundadırlar. 
Bu açıdan bakıldığında Weber’in sosyolojisinin literatürde toplumsal eylem, yorumlayıcı veya anlayıcı sosyoloji olarak tanımlanmasının sebebi kendi biliminde Comte, Durkheim ve benzeri pozitivist sosyologlar tarafından kullanılan açıklamaya dayalı niceliksel yöntemin yanı sıra anlamaya/yorumlamaya dayalı niteliksel yöntemin de kullanılması gerektiğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır. 
Comte ve Durkheim gibi toplumsal eylemi yöneten ve keşfedilmeyi bekleyen bir takım evrensel-toplumsal yasalar olduğunu düşünmeyen Weber’e göre sosyoloji toplumsal eylemi yorumlayarak açıklamaya çalışırken de doğa bilimlerinde kullanılan yasa benzeri kavramlar yerine ideal tip olarak bilinen bir kavramı veya yöntemsel aracı kullanmaktadır.
    Sosyolojik analizinin temeli olarak gördüğü ideal tipleri bütün çalışmalarında kullanan Weber, toplum analizinde toplumsal eylemleri ve buna paralel olarak toplumsal ilişkileri ve toplumsal oluşumları tipleştirir.
Toplumsal eylemi analiz etmek üzere geliştirdiği eylem tipolojisinde geleneksel, duygusal, değerle ilişkili akılcı ve amaçsal akılcı olmak üzere dört toplumsal eylem tipinden söz eden Weber, toplumsal oluşum tipolojisinde de otorite ile örgüt tiplerinden bahseder ve geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-ussal otorite olarak adlandırdığı ideal tipte üç otorite ve örgüt biçiminden söz eder.
     Weber’de otorite meşru güce dayalı bir egemenlik biçimi anlamında kullanılmaktadır. Bu bakımdan geleneksel, karizmatik ve yasal-ussal otorite ideal tipte birer “meşru egemenlik” biçimidirler. 
Weber en çok akılcı eylem ve bunun üzerinde temellenen yasal-ussal otorite ve örgüt tipi ile ilgilenir. Çünkü Weber modern toplumlarda akılcı düşünerek hareket etme yönünde bir eğilim olduğunu ve bunu akılcılaşma (rasyonelleşme) süreci olarak tanımladığı gibi, bunun da en açık örneği olarak giderek yaygın hale gelen yasal-ussal otoriteye dayalı bürokratik örgütlenmenin kendisini işaret etmektedir. Weber’e göre akılcı/rasyonel eylem açıkça belirlenmiş bir amaca kilitlenmiş ve bu amaca ulaşmayı sağlayacak en uygun araçları seçmiş, hesaplı ve planlı düşünmeye dayalı bir eylem türüdür.
Bürokrasinin en etkili sosyolojik analizlerinden birisini yaptığı kabul edilen Weber’e göre bürokrasi kapitalist ve ya sosyalist ekonomik düzenlemeye sahip , tüm modern toplumlara özgü bir örgüt modelidir. Bürokrasi aynı zamanda yasal-ussal otoriteye dayalı bir yönetim biçimidir ve modern toplumda gücün temelini oluşturur. 
     Bir başka ifadeyle modern toplumda yönetim insanlar tarafından yapılmasından ziyade yasalar ve yönetmelikler aracılığıyla gayri-şahsi olarak yapılmaktadır. Bununla birlikte yasalar ve yönetmelikler aracılığıyla yönetmenin bir diğer adı olan bürokrasi ile bürokratik yöntemleri Weber insanın öz inisiyatifini, özgürlüğünü ve değerlerini yok eden ve kaçış imkanı olmayan yönetmeliklerden ve kurallardan oluşan ‘demir kafes‘lere benzetir ve bunu modern toplumların karşı karşıya kalacakları en büyük tehdit olarak görür. 
Weber pozitivizmi eleştirdiği gibi Marx’ın da görüşlerinin önemli bir bölümüne karşı çıkar. Onun eleştirisinin çıkış noktası Marx’ın ekonomik faktörlere ve sınıf çatışmasına diğer faktörlerden daha çok önem vermesidir. Nitekim yöntemsel olarak Weber ekonomik faktörlere daha büyük bir önem ve öncelik vermediği gibi tarihsel ve toplumsal değişmede de ekonomik nitelikte olan ve olmayan pek çok faktörün birlikte rol oynadığı şeklinde çoğulcu (plüralist) bir yaklaşım benimser.
Weber toplumsal tabakalaşma konusunda da Marx’tan farklı bir yaklaşım benimser. Marx gibi o da toplumun farklı çıkarlara sahip gruplara ve sınıflara bölündüğünü savunuyorken bu noktada ekonomik temelli sınıfsal bölünmelerin önemini vurgulayan Marx’ın aksine Weber, özellikle saygınlık (prestij) temelinde statü grupları arasındaki bölünmeler ile güç (otorite) temelinde partiler ve benzeri oluşumlar arasındaki bölünmelere vurgu yapmaktaydı.
Weber en ünlü çalışmalarından birisi olan Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde kapitalizm gibi bir ekonomik düzenleme biçiminin oluşumunda düşünsel ve dinsel nitelikte faktörlerin nasıl önemli bir rol oynadığını göstermeye çalışır. Bu bakış açısı da dinin toplumsal değişmeyi engelleyici bir role sahip olduğu düşünüldüğünde, Weber’in endüstriyel kapitalimsin gelişiminde dinin önemine vurgu yapması ciddi eleştirilere maruz kalmıştır (Slattery, 1991, 300). Bununla birlikte Weber’in sosyolojik analiz için geliştirdiği tipler, özellikle de bürokrasi gibi günümüz toplumlarının modern örgüt yapısının anlaşılmasında oldukça önemli katkılara imza atmıştır.


     Alman sosyoloji geleneğinde yer alan Ferdinand Tönnies (1855-1936) ile Georg Simmel de (1858-1918) Weber kadar etkili olmamakla birlikte hümanist ve anti-pozitivist bir sosyolojik yaklaşım benimsemişler, bu sosyologlardan Tönnies Topluluk ve Toplum adlı çalışması, Simmel de formel sosyolojinin kurucusu ve daha birçok alanda ortaya koyduğu çalışmaları ile sosyolojinin gelişiminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.


7 Mart 2014 Cuma

Okuma Parçası

TOPLUMSAL YAŞAMIN SİMGESEL ANLAMI
VE İNSAN ÜZERİNE


“İnsanların birbirleri hakkındaki tasarımları toplumun katı gerçekleridir”.
Charles Horton COOLEY

        İnsan,kendinden önce var olup onu ve davranışlarını etkileyen bir çevre tarafından kuşatılmıştır. Aynı zamanda insanın süregiden etkinliklerinin temelinde, yine bu çevrede kendisinin inşa ettiği simgeler yatar. En temel anlamı ile, bir simgebir kavramın uzlaşımsal betimlemesidir. Bir düşünce, nesne, nitelik, nicelik vb. psikolojik ve ideolojik açıdan, tüm kavramlar doğaları itibariyle simgeseldir. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Sembol). Özer Ozankaya’nın Toplumbilim kitabındaki anlamıyla simge (sembol), nesneler, düşünceler, duyguların yerini tutan, sözcükler, el ve kol hareketleri, yüz ve başlayapılan davranışlardenir. El-kol hareketlerinin, yüz ifadelerinin, duruşlar, renkler ve biçimlerin geniş ölçüde sözcüklere dönüştüğünü biliyoruz. Sözcükler, yani konuşma yeteneği insanın başta gelen simgeler oluşturmaaracıdır. İnsan, hayatını toplumsal yaşamı içinde sözcüklere dökerek, simgeler oluşturarak anlamlandırır. Böylece hem diğer insanlarla etkileşim ve iletişim hâlinde olur hem de bilgi üretir, bu bilgiyi korur, paylaşır, yenilerini ortaya koyar ve yeni nesillere aktarır. İnsanlar birçok bilim yasalarını simgeleştirdiği için daha ileri bilgiler elde ederler. Örneğin, ‘’Suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunun (H2O) simge takımı biçiminde, kesin bir simge biçiminde elde etmemiş olsaydık ve suyla ilgili her kimyasal araştırmaya başlarken, acaba gerçekten su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan mı kuruludur önce bunu saptayalım demek zorunda kalsaydık, bilgi biriktirmenin, dolayısıyla uygarlıkta ilerlemenin ne denli olanaksızlaşacağı açıktır’’ (Ozankaya,2007:150-151). İşte insanlar böyle, çok farklı şekillerde değişik simgeler yapabilmeleri sayesinde, toplumsal yaşamlarını bilinçli ve amaçlı olarak örgütleyebilmekte ve sürdürmektedir.
Hayvanlarında belirli durumlarda belirli benzer davranışlar gösterdiklerini biliyoruz. Fakat insanın simgeler oluşturma ve onları kullanma yoluyla yaşamdan ders çıkarma yeteneği başka hiçbir canlıda yoktur. Çünkü insan nesneleri biraraya getirirken, davranışlarını sergilerken bunu önemser ve hareketlerinebüyük ölçüde dikkat eder. Yani bilinçli ve refleksif davranır. “Pek çok araştırmacı, bizi hemen bütün hayvanlardan ayıran şeyin refleksif düşünme –yani, kendimiz hakkında düşünme yeteneği– olduğunu ileri sürmüştür. Refleksif düşünme kendimiz hakkında, kim olduğumuz hakkında, ne olmak istediğimiz ve başkalarının bizi hangi gözle görmelerini istediğimiz hakkında düşünmemiz anlamına gelir” (Hogg, Voughan, 2007:138). Böylece, insanlar eylemlerini düşünerek oluştururlar. İnsan tüm bu düşünceleri üretirken içinde yaşadığıtoplumsal hayatın simgesel özellikleriyle bütünleşir. Hatta düşüncelerini toplumsal hayat içerisinde simgeler biçiminde kullanır. Bunu, dil ve iletişimle etkileşim içinde, sosyalleşmeyle geliştirir ve sürdürür. Aynı zamanda insan, “Sayısız etkinliklerinin herhangi birinde, giyinmek gibi küçük ya da kendini profesyonel bir kariyere hazırlamak gibi büyük etkinliklerde, farklı nesneleri kendine göre konumlandırır, onlara anlamlaryükler, eylemine uygunluğunu sorgular ve vardığı yargıya dayanarak kararlar verir. Sembollere dayanarak eylemde bulunma ya da yorumlama bunu ifade eder”(Blumer,1969:80;akt. M.M.Poloma). Simgeler insanın karar verme sürecini etkiler. Toplumsal yaşamın anlamında gizli olan insanın oluşturduğu simgeler kendini insanın etkinliklerinde ve sosyalleşmesinde, yine insanın ilişki içerisinde olduğu bütün nesnelere ve durumlara verdiği tepkide gösterir. Anlamlar, simgenin toplumsal inanç sistemleri ve diğer simgelerdeki kültürel dokuyla ilişkilerine bağlıdır. Bu demek oluyor ki, kimi toplumlarda belirli dönemlerde belirli konular çok zengin simgelerle işlenmesine rağmen, başka bazı toplumlarda böyle olmamıştır. Simgeler, yaşanılan dönem içinde anlam kazanır ve zamanla değişebilirler. İnsanlık tarihinde bilimsel düşüncenin yakın tarihin bir düşünce biçimi olduğunu biliyoruz. Örneğin, “İnsanın aya gitmesi, kimi toplumların nesnel koşulları içinde olanaklı olduğu halde, bilimsel uygulamaları geri olan ülkeler halkları içinde hâlâ bunun olanak dışı olduğunu düşünenler vardır” (Ozankaya,2007:153). Şöyle ki, insanlar ancak içinde bulundukları nesnel koşulların elverdiği simgeleri oluşturabilirler. Simgeler, yaşanılan dönem içerisinde anlam kazanıyorsa bu hangi yollarla gerçekleşir? Simgelerin anlamlarını kazanma yolları, toplumsal yaşam içerisindeki alışılmış tanımlar ve uzmanlık tanımlarından geçer. Günlük konuşmalarda kullanılan simgeler davranışların gözlemlenmesi yoluyla anlam kazanır. Örneğin, çocuk anne-babasının çeşitli sözcükleri (pencere, araba, soba, kedi vb.) kullandıkları biçimiyle (toplumsal çerçeveler içinde) kullanmayı deneme-yanılma yoluyla öğrenir. Teknik kullanımlarda, bilim adamları, araştırmacılar, uzmanlar, simgeleri günlük konuşmada daha belirli ve özel biçimlerde kullanmayı gerekli görürler.Örneğin, fizikçiler zamanı ölçmek için günlük dilden ziyade, dünyanın dönüşü ve kuarts kristallerinin titreşimi üzerine dayalı ölçümler geliştirerek özel adları (simgeleri) kullanırlar. Uzaklığın ölçümünde ışık yılı, astronomik uzay gibi simgeler kullanılmaktadır. Bu özel simgeler olmasaydı fizik bilimini kullanmak oldukça zorlaşırdı (Ozankaya,2007:157).
İnsan, toplum içinde nesnel olarak varolurken ve kendi öznel yorumlarını oluştururken simgeleri yaşamının anlamı içerisinde temellendirir. Nesnel dünyanın gerçekliğinin insanoğlunun gelişimindeki rolü büyüktür, fakat aynı zamanda nesnel dünya içinde yer alan insanın öznel yorumuda önemlidir. Çünkü Cooley’inifade ettiği gibi, “insanların birbirleri hakkındaki tasarımları toplumun katı gerçekleridir”. Öznel tasarımlar nesnel gerçek sonuçlara sahiptir. Bu tasarımların ve sonuçların oluşumunun temelinde toplumsal dünyanın simgesel anlamı yatar ve aynı zamanda bu simgesel anlam oluşuma anlam katar. Kişiler, karşılaştıkları nesnel gerçekliğin önceden tasarlanmış yorumunu kabul etmekten ziyade, nesneler dünyasına özel anlamlar yüklerler. Bundan başka, toplumsal yapı, E.Durkheim ve bugünkü işlevselci izleyicilerin belirttiği gibi kendinde bir gerçeklik değil, aksine toplumun üyelerinin birlikte eylemlerinin ürünüdür. Yapı veya kurumu oluşturan birlikte eylemler anlamları aktarmakiçin dilin ve jestler ve mimikleri kullanıldığı sembolik etkileşimle mümkündür. Nesneler önemli semboller, yani paylaşılan anlamlara sahip semboller sayesinde yorumlanabilir ve tanımlanabilir. Anlamlar diğerlerine etkileşim sürecinde iletilir (Poloma,2011:246).
Toplum hayatı insanların bilgileri ve duygularını birbirlerine iletebilmeleri ve paylaşabilmeleriyle mümkündür. Bu ise insanın hayatındaki değişik durumları simgelerle anlamlandırma ve ifade etme, yani dili kullanma yeteneğine bağlıdır.
Hayattaki bütün toplumsal düzenlemeler, yaşam biçimleri, toplumların gelişmişlik-gerikalmışlık düzeyleri, ilerlemeleri insanların yeterli simgeler oluşturabilmeleri ve bunu doğru şekilde birbirlerine aktarıp anlamlandırabilmeleriyle gerçekleşir. Dolayısıyla, önemli ancak o kadar da güç olan şey kendi imgelerimize sahip çıkmaktır. Ancak bunun için öncelikle onları tanımlamak zorundayız. Yeni imgeler ve yeni bir dünya tasavvur edebilmenin yolu mevcut baskıcı kalıp imgeleri sorgulamaktan, yapıbozumuna uğratmaktan geçmektedir (İplikçi,Kartal,2002:10). Bu bağlamda, nesnel dünya içinde öznelliğiyle yer alan simgeler, toplumsal yaşam içerisinde anlamsal olarak devam eden bir süreç hâlinde  bulunur. O gerçekliğin içinden geçip ilerleyen bir süreci temsil eder. Toplumsal yaşamın anlamı ve düzeni insanın simgeler üzerindeki etkinliğiyle ortaya konulur. Simgelerin doğru tanımlanması, doğru anlamlandırılması yaşamın anlamının ve insanların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

                                          
  Elif ÖZGÜVEN

KAYNAKÇA
Hogg,Vaughan; Michael A.,Graham M. (2007), Sosyal Psikoloji, Ütopya Yayınevi, Ankara.
İplikçi, Kartal; Müge, Ümran. (2002), Cımbızın Çektikleri, Varlık yayınları, İstanbul.
Ozankaya, Özer. (2007), Toplumbilim, Cem Yayınevi, İstanbul.
Poloma, Margaret M. (2011), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Palme yayıncılık, Ankara.